Hani şimdi giden “uzun”, gelen “kısa” ya geçmişin izini sürerken, “uzun” ve “kısa”nın başka alanlarda da olsa değerlendirme ölçütü olarak kullanıldığını görmek pek güzel oluyor. Biz göreduralım, Osmanlı feraset sahibi bakmış, görmüş, idrak etmiş ve kestirip atmış: Uzun da kısa da makbulümüz değildir!

Buyurun:

Osmanlı’nın “köle havuzu”na açılan kanalları var. Bunlardan biri satın alma yoluysa diğeri savaş esirlerinin köleleştirilmesi oluyor. Savaş esirlerinin köleleştirilmesi iki yoldan yapılıyor: Biri devlet eliyle ve “kamu” hizmetleri için. Diğeri özel sektör marifetiyle ve ticaret için! Daha önce sözünü etmiştim, tekraren, savaş esirlerinin beşte biri, pençik oğlanları deniliyor, ganimet olarak devletin, kalanlar İslam hukukuna göre savaştan gazi olarak çıkanların kılıç hakkı. Gaziler turşu kurmayacaklarına göre paylarına düşen ganimetlerden köle cinsinden olanları satma yoluna gidiyorlar… Kolay oluyor, ordu sefere çıkarken arkalarından hareketlenen “esirciler esnafı” var ve sanki biraz akbaba kuşlarını andırıyorlarmış gibi. Hemen savaşın bitiminde pazarlığa oturuyorlar. Yerinde ve zamanında almak tacir için mühim olmalı. Esirleri ucuza kapatıyorlar. “Parası olan zurnayı çalar” sözü buradan geliyor. Günümüzde “zurnanın” yerini “düdüğün” aldığı biliniyor.

İslam hukukuna göre uygun mu?

Elbette soru, zurna düdük ekseniyle bağlantılı değil. Esirlerin köleleştirilip satılması diyorum, İslam hukukuna uygun mu? Gayet uygun. Hatta insancıl! Ne yani, satmayıp da assalar mıydı? Kaldı ki o da gayet uygun. Çünkü İslam hukukuna göre savaş esirleri ya devlet reisinin buyruğuyla bu dünyayı terki diyar eyleyecekler ya da köleleştirilecekler. Ganimetten pay sahibi gazi takımı nakit ihtiyaçlarını gidermek için çoğu kez ikinci şıktan yana reylerini kullanıyorlar: Köleleştirmek… Karargâhın hemen berisinde bekleşen “esirciler taifesi”ne üçe beşe bakmadan satıyorlar paylarına düşenleri. Haksızlık etmeyelim, fidye karşılığı serbest bırakmak da usullerden biri olarak kayıtlarda yer alıyor. Ancak “para edecek meşhur zatların” azlığı gibi gayet makul bir nedenden ötürü bu seçeneğin uygulanması nadirattan ve çoklukla da devlet katında oluyor.

Şimdi gelelim “kısa” ve “uzun” meselesine.

Köleleştirmenin yollarından biri de devşirme sistemi. Kayıtlara göre Murat’lardan “Birinci” olanın döneminde sistem uygulamaya konuluyor. Osmanlı yeni topraklara doğru açıldıkça savaşçı ihtiyacı artıyor. Fethedilen toprakların Hıristiyan ahalisinin çocukları, her kırk haneden bir adet olacak şekilde ailelerin ellerinden alınıyor. Bu sisteme “Tam burslu-yatılı özel kolej” benzetmesi yapan tarihçiler olduğunu söylersem dalga geçtiğimi düşünebilirsiniz. Geçmiyorum. Var. Hatta çocuklarının devşirme olmaları için neredeyse “kayıt sırası” aldıklarını yazan, “yedek listelerinde” adlarını arayan, tam böyle değil de, demeye getiren tarihçilerin olduğunu yazmak durumundayım. Devşirilip “turna kuşları” gibi yollara düşen köleleştirilmiş çocukların silahlı güçlerce sıkı bir koruma altında götürülmelerinin nedeninin, dışarıdan gizlice başka çocukların katılmasını engellemek için alınan bir tedbir olduğunu söyleyen “yazıcılar” da var ve yalanım varsa şu masadan kalkmak nasip olmasın. Evet, çok sayıda ailenin, çocuklarını bu “turna” katarına katmak için olmadık hilelere başvurduklarını yazıyor kimi tarihçiler.

Çocukları rastgele değil “seçmece” alıyorlar. Turnacıbaşı deniliyor. Turnacıbaşları “İlm-i Kıyafet”e vakıf padişah kulları. Ben bir şey demiyorum, siz deyin, bunlar, çocukların ellerine, ayaklarına, ille de gözlerine baktıklarında karakter tahlili yapabilen bir nevi müneccim. İleriyi gören feraset sahipleri.

“Uzun mu?”, olmaz. Çünkü uzun hem inatçı hem bencil hem de aptal olur. “Kısa?”, o da olmaz. Zira “kısa” fitne fücur olur. Ee fitne fücur dediğin, gittiği her yerde insanları birbirine düşürür. Kargaşa yaratır. Maazallah hal ve davranışlarına bakıp “maşallah” dedikleri, n’oluyor demeye kalmadan bakmışsınız birbirlerine girmiş. “Uzun” olmaz, ”kısa” olmaz, “orta” olur ama sarışınsa olmaz, illa da esmer olacak. Öte yandan ailesi ölmüş çocukların “özel koleje” kapağı atma şansları maalesef olmuyor. Çünkü “İlm-i Kıyafet” ilminden öğrendiğimize göre yetim ve öksüz çocuklar “terbiyesiz” oluyor.

Köle çocuklar önce İstanbul’a getiriliyor. İlkin kesimhaneye götürülüyorlar. Ön kapıdan Hıristiyan olarak girenler arka kapıdan Müslüman olarak çıkıyor. Kesinlikle zorlama yok!

Ancak Müslümanlığa geçmiş olmaları kölelikten kurtulmalarına yetmiyor. Yani “Müslüman köleleştirilemez” kuralı bu noktada geçerliğini yitiriyor. Çünkü onlar fethedilmiş ve köleleştirilmiş halkların çocukları. Şeriat hukukuna göre ebeveynleri köle olanların kendileri de köle oluyor. Devşirilenler ilkin Anadolu’ya, en çok da Bursa civarındaki Türk Müslüman ailelere birer ikişer verilerek imanın ve İslam’ın şartlarını ezberlerine almacasına terbiye ediliyorlar. Ardından Acemi Ocakları’na dağıtılıyorlar. Belli bir yaşa gelene kadar Acemi Ocakları’nda askeri eğitim gören bebeler, “piştikten” bir süre sonra “kapuya” çıkıyorlar. Bu, Yeniçeri ocağına kabul edildikleri anlamına geliyor.

Sonra mı?

“Allah Allah inşallah / Baş üryan, sine püryan, kılıç al kan / Bu meydanda nice başlar kesilir hiç olmaz soran…”

Tam da böyle oluyor. “Turna kuşları”, devşirildikleri eski toprakla bu defa “Alıcı kuş” olarak dönüyor…

(Haftaya: Çerkesya’da kölelik)

Mehmet Bozkurt

Kaynak: soL Haber Portalı http://haber.sol.org.tr