En son (6) deyip bitirmiştim “Oshamafe’nin Çocukları: Çerkesler” yazılarını. Sözümün bitmiş olmasından değildi elbet yazıları kesmemin nedeni. Haftalık ve “devam edecek” türü yazıların okunurluluğu, bununla ilintili olarak hedeflediğine erişimi hakkında fazlaca bir bilgi sahibi olmamakla birlikte kendi deneyimlerimden çıkarak şu kadarını söyleybilirim: Özel ilgi alanına girmiyorlarsa pek sıkıcı oluyorlar. Haftalık yazılar yazdığım bu haber bülteninde güçlüklerle, zar-zor edindiğim, ya da hadi şöyle söyleyelim, edindiğimi sandığım okuyucularıma “illallah” dedirtmeyi ve kendimden uzaklaştırmayı göze alamazdım! Kestim… En azından biraz ara vermek gereğini duydum.

Sonra çok sayıda, “mail” aldım. Açıkçası ilgiyle takip edip yararlanmış olduklarını, inanmayacaksınız ama “devam et” diyenler dahi oldu, söyleyenlerin sayısı “normal asabiyet” gösterenlerden bir hayli fazlaydı. “Normal asabiyet” gösterenlere üşenmeden yanlış anlaşıldığımı, ya da muradımı anlatmak becerisini gösteremediğimi yazıp bir kez daha derdimi anlatmaya soyunabilirdim. Ancak verimli olduğunu düşündüğüm bu tartışmaların ve atışmaların “kapalı mail’ler arkasında” kalmasını doğru bulmadım. Topluca aleni bir yanıtın daha uygun ve yakışır olacağını düşündüm.

Bir de “aşırı asabiler” var.

“Aşırı asabiler” iki asır öncesinin “asiller sınıfının” torunları olmalılar ki yazdıklarımı şiddetle kınadılar. Kendilerini “asiller” sınıfına dahil edenlerin mütevazı olanları soyumu-sopumu ima yoluyla sorgulayıp geçmek lutfunda bulunurken, bir bölümü de “kesinlikle” köle soyundan geldiğimi, bu yazıların da apaçık delil olduğunun altını çizip haddimi bildirdiler!

İki asır öncesinin soylu-serf-köle denkleminin sınıfsal özünü göremeyenlere, “xabze” denilen geleneksel kuralların soylular sınıfının çıkarları için soylular tarafından ilan edilmiş toplum sözleşmesi olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Tekrar olacak, yineliyorum: Kabartay soyluları İslamiyeti kabul ederlerken, halkın kendi aralarındaki sorunlarının şeriat mahkemelerince çözülmesinde asla bir sakınca görmemişlerdir. Soylular sınıfının kendi aralarındaki ya da kendilerinin halktan birileriyle ilgili sorunlarının çözümlenmesinin ise şeriata göre ve kadılar marifetiyle değil, “xabze”ye yani geleneklere göre olmasında ısrar etmişler, bunu da İstanbul’da oturan Şeyhülislam efendiye kabul ettirmişlerdir. Yine tekrar olacak, soyluların itirazı, İslamın vaaz ettiği “insanların tanrı önünde eşit” oldukları fikriyatınadır. “Xabze” eşitlik söz konusu olduğunda ceberrut tahakküm kılıcını sıyırmıştır. Bu kılıç soylular sınıfının elindedir!

***

Güzel güzel geçen hafta bitirip kesmişken gördüğünüz gibi tekrar başladım.

Bu en azından şimdilik son olan bir “zeyilname” olarak okunsun. “Ek” demek istiyorum. “Aşırı asabi elektronik posta göndericileri”ni bir yana bırakıyorum. İki öbekte topladığım diğerlerine topluca yanıt olsun yazacaklarım.

***

İki öbek dedim. Birincisi “Göç mü? Yoksa sürgün mü? “tartışması içinde yer alanlar oluyor.

Çok genel bir tanımı var göçün. Sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasi yanlarını sonraya bırakıp Kemal H. Karpat’ın benimseyip alıntıladığı şu tanıma itiraz geleceğini sanmıyorum: “Asıl yerinden, ulaşılmak istenilen yere hareket…”

Şöyle yapalım derim bir yerden kalkıp bir yere doğru hareketlenmede dış dinamik, ya da dış itici gücün kullandığı şiddet, bir olsun. Özendirici güç, bu iki olsun. Sosyal, ekonomik, kültürel nedenler olarak sınıflayabileceğimiz iç dinamikler, bu da üç olsun..

Şimdi adım adım ve kısa saptamalarla yol alalım:

Çarlık Rusyasının Kafkas halklarından talebi şudur: Ya benim hükümranlığımı kayıtsız şartsız kabul edeceksin, ya da bu diyarı terk edeceksin. Yıllarca süren savaşlar sonrasında yenik düşen Kafkas halklarının önüne konulan seçeneğin özetçesi tam olarak budur.

Yenilenler gemilere balık istifi doldurularak çok kötü koşullarda Osmanlı sahillerine atılmıştır. Hangi hayatların nasıl karartıldığı başka yazıların çokça konusu oldu, geçiyorum. Bunun bir sürgün olduğuna itirazım yok. Sürgündür.

“Etnik temizlik kuşağı” adı veriliyor 1861 yılında 260 bin Abzah, 300 bin Şapsığ ve 100 bin Ubıh’ın yaşamakta olduğu coğrafyaya. Bu üç kabilenin Rusya’ya karşı Çerkes Ulusal Meclisi kurup direnme kararı aldıklarını da çeşitli kaynaklardan okuyup aklımızın bir köşesine yazmış bulunuyoruz. Diplomatik girişimler dahil her türlü yolu deniyorlar. Ancak Çarlığın Mayıs ayı başında almış olduğu sürgün kararını değiştiremiyorlar. Savaş kaçınılmaz oluyor. Kaçınılmaz olana girişiyorlar. “Etnik temizlik kuşağı” ilan edilen coğrafyada “etnik temizlik” yapıyor Ruslar, sağ kalanlar sürülüyor. Son nokta olan 1864 ortalarından 1880 yılına kadar gerilla savaşını sürdürenler de yok değil. Ruslar bunlara bir de ad bulmuş: Uçucu… Ormanlarda gizlenip ani baskınlarla Rus askerlerini fena halde hırpaladıkları anlaşılıyor. Bunlar Hak’uç kabilesi mensubu Adigeler. Sonuna kadar direnip İnsanlık tarihinin “yokolmuşlar”ına dahil oluyorlar… Rus basını adlarının başına “terörist” sıfatını koymayı münasip buluyor.

Sürgündür. Dış dinamiğin zorunun ve rolünün birinci derecede başı çektiği apaçıktır.

***

Tamam da, hepsi bu değil.

Bir de Osmanlı var. Şimdi Osmanlı dedim ya, aklıma İblis geldi. Adem’in, hani Havva’nın sevgilisi, aklına girip kışkırtan ve tanrıyla arasını bozup onun cennetten sürülmesine İblis neden olmuştur. İnsanlık tarihinin en eski ve ilk sürgünü… Bunu biliyoruz.

Osmanlı Çerkes sürgününün İblis’idir. Osmanlı, Çerkeslerin aklını çelen İblis’tir. İblis Osmanlının ihtiyacı hiç bitmez: Uzun yıllar yenilgilerle sürdürülen yıpratıcı savaşlar nedeniyle yeni savaşçılara duyulan ihtiyaç, azalan nüfus, işlenemeyen toprakları işleyecek insanlar, sahipliğine soyunduğu İslam dünyasına karşı yıpranan “imaj” tazeleme arzusu.. Bunlar esas olanlar ve altta yatanlar. Üstte ise akıl çelici olanlar var:

Bol pirinç,

Bol mısır,

Bir de halife efendi.

Bir de halife efendinin nefes alıp verdiği kutsal topraklar… Şaka değil İstanbul’a gitmek yarı “umre” sayılıyor. Sonra çokça cami ve mescit ve dua!

***

Müslüman ve zengin takımından olanlar özel olarak tuttukları tekneler ya da daha güvenilir buldukları yolları kullanarak göçüyorlar.

Kabartayların büyük bir bölümü, Asetinler, Çeçenler “thamade” bellediklerinin oynuna geliyorlar. Osmanlı ve Rus egemenleriyle anlaşıp “kelle başı” aldıkları çil çil altınları keselerine doldurup yola çıkıyorlar, temsil Rus ordusunda general büyük toprak sahibi Musa Kunduk 15 bin kişiyi peşine takıp, Moskova’dan adam başı aldığı yol gideri bedeli olarak aldıklarını da yüklenip Osmanlıya intikal etmiştir. Biz buna göç diyoruz.

Osmanlı topraklarına yürüyüş ne sadece “zor”a dayanan sürgündür, ne sadece ekonomik, kültürel, dinseldir, ne de İblis’in “iğvasına” uyup yer değiştirmedir. Sürgün ve göç iç içedir.

***

Bir de yenilgiden bile “ övünç” çıkarmak var. Şöyle ve çok sayıda “asabi mail” aldım buna dair, özeti şu: “Biz Adigeler özgürlüğümüze düşkünüz, kimseden emir alamayız, onun için de biraraya gelip ortak davranış sergileyemeyiz… Bir arya gelseydik yenilmezdik..”

Burada övünç kaynağı olan ilk iki kavramı bütün halklar, Araplar dahil, kolaylıkla kullanabilir ve bu anlamda da çok fazla ayırt edici bir özellik değildir. “Bir araya gelip ortak davranış sergilemek” dendiğinde ise duracağız. “Ulus” olmak mecrasına girmek demektir. Ulus olma mecrasına girmek ise tarihsel olarak gelişkinliği ifade eder ve Rusya bağlamında biraz olsun açmam için izin vermeniz gerekir:

Biz “deli” diyoruz. Onlar “büyük” ya da “muhteşem.”

1725 yılıda öldüğünde geride sadece Baltacı Mehmet Paşa’yla yaşadığı iddia edilen “pek özel macera”nın kahramanı Katarina’yı bırakmıyor güçlü ve düzenli bir ordu, aynı şekilde güçlü bir donanma, silah yapım fabrikaları ve merkezi yönetim anlayışı bırakıyor yani modern devletin temellerini atıyor Petro. Biz ona “deli” diyoruz, onlar “muhteşem…” St. Petersburg kentini kurmuş, okuyoruz şimdi halen Petro’nun kurduğu alt yapının aksamadan işlediği mahalleler varmış. Gidenleriniz görenleriniz vardır, başınızı kaldırdığınızda kasketiniz düşüyormuş klasik ve gotik üslupla yapılmış katedrallerin, sair binaların çatılarına… 1725 yılında öldü Petro. Biz 1800 yılı sonrasının kavgasını anlatıyoruz ve söz konusu yıllarda Adigeler köleci feodal toplum düzenini sürdürüyor.

Afedersiniz ama karşılaştırın, biz Adigelerin yenilgilerinin nedenini “özgürlüğe olan düşkünlüğümüze bağlı bireyselliğimize” mi yormalıyız, yoksa tarihsel gelişimin bir noktasına saplanıp kalmamıza mı?

Mehmet Bozkurt

Kaynak: soL Haber Portalı http://haber.sol.org.tr