1978 sonlarıydı galiba (27 Kasım 1978), gençler olarak demokratik bir kurumda toplantı halindeyken Maden İş yöneticilerinden biri içeri girip PKK’nın “Apo” ve “Apocular” tarafından kurulduğunu söylemişti. PKK’nın Kürtçe ve Türkçe açılımını da yapmıştı bizlere. O gün haberi getiren arkadaşın olayı önemsemesine rağmen, basın ve Türkiye solunda pek önemsenmeyen PKK, sonraları Türkiye ve bölgede çok önemli bir oyuncu oldu: Örgüt kendi halkından insanlar, farklı Kürt örgütleri mensupları dahil, öldürme, çatışma ve çeşitli eylemlerle siyasetin önemli figürlerinden biri oldu. Türkiye siyasi hayatına sıcak çatışmayı açıkça ilan edip uygulamasını bugüne kadar yürüten bir örgüt oldu. Kamuoyu “Apo”yu ve PKK’yı yeterince biliyor.

ARMUT PİŞ, AĞZIMA DÜŞ!

Ekim 22. 2024’te Apo’nun tecridinin kaldırılması, TBMM’de DEM grubunda konuşması ve serbest bırakılması ile ilgili malum bir siyasi liderin konuşması oldu. Deyimi yerine oturtan şekilde “yer yerinden oynadı”. Konuşma “milat” oldu. Hemen ikinci günü bu açıklamalara karşı olduğu açık olan önemli bir tesisin önünde silahlı, bombalı bir saldırı oldu. Evet tüm Türkiye televizyonları, sosyal medya yorumcuları ve yazar, çizerler, konuşmacılar bu gündemi yazıp konuşur oldular. Ne yazık ki Çerkes yazar, çizerlerimizden, kurumlarımızdan bu konuda hiç kalem oynatan çıkmadı. Sanki Türkiyeli Çerkesler ayrı bir gezegende yaşıyorlar! Sanki bizler bu ülkede yaşamıyoruz! Sanki bu ülkedeki siyasi gelişmelerden bizler HİÇ etkilenmiyoruz!? Sanki bu siyasi gelişmeler neden oluyor, hedefi, amacı ne, kimler, niçin bunları piyasaya sürüyor bizle hiç ilgisi yokmuş gibi davranıyoruz! Evet “Apo” ile ilgili malum kişinin açıklamaları sonrası silahlı, bombalı saldırıyı kınayan açıklamalar geldi. Bu kınamalar bir gün önceki olayla hiç ilgisi yokmuş gibi, mahalle baskısıyla oluşan koroya cılız bir ses gibiydiler. Elbette terör kınanmalı, karşı durulmalı… Ancak bir gün önceki ilişkili olayı ıskalayarak, görmezden gelerek değil. Birbiriyle çekişen, birbirine çemkiren hatta ileri düzeyde birbirlerini suçlayan insanlarımız, kurumlarımız bu gelişmeleri en tepeden seyrediyorlar. Kürt açılımı, Alevi açılımı, Roman açılımı… vs. birincisinde de bu kadar ilgisiz miydik? Sanki biraz ilgi vardı o zamanlar. Demek ki şimdiki benzer gelişmelere karşı ilgimiz daha bir azalmış. Bu ne demek?  Daha mı NÖTR olmuşuz? Daha mı sinmişiz? Daha mı asimile olmuşuz? Daha mı birbirimize düşmüşüz?…. Uzatılabilir… Nasılsa Kürtler, işçiler, demokrasi güçleri bir biçimde bir hak alırsa bize de düşer diye mi düşünüyoruz? Sosyal medya dahil her alanda birbirlerine keskin yüklenmeler yapan hemşerilerimiz, “yeri yerinden oynatan” bizlerle doğrudan ilgili olan bir siyasi gelişmeye ise ilgisiz, duyarsız kalıyoruz -ki bütün argümanlar bir yana, ÇERKESLER Türkiye’nin üçüncü büyük halkıdır-. Sadece akabinde gelen silahlı-bombalı saldırıya soğuk bir kınamayla olayın aslını ıskalıyoruz. Elbette saldırı kınanmalı, terör lanetlenmeli, bunda bir beis yok. Ancak burada bu olayların seyrine göre, bu saldırının bile hazırlığının çok önceden yapıldığının, yapılması gerektiğinin hatırlanması gerekmiyor mu? Yani “Apo” ile ilgili açıklamanın, siyasi hamle hazırlığının bir süreci olduğu atlanamaz. Silahlı saldırının, siyasi açıklamanın hemen ardından yapılmış olması; silahlı saldırının hazırlık sürecinide hesapladığımızda, saldırıyı organize edenlerin siyasi süreçten haberleri olduğu sonucu çıkmaz mı? Hatta sürecin bir parçası, karşıtı veya bir ilişkilisi olduğu sonucu çıkmaz mı?… Terör saldırılarına elbette tepki olmalı diyoruz, diyoruz da bu olaylardaki bağlantıları, geldisi-gittisini görmeyelim mi?  Neyse bu konudaki değerlendirmeler, eleştiriler, çemkirmeler bana da çemkirmeleri çağırmasın diye yazının bu kısmını burada keseyim.

“APO”- Abdullah Öcalan

PKK ve “APO”yu yazının kısa girişinde belirtmiştim. Ancak o gün “Apo”nun çalışma yöntemleri ve ilişki kurma yeteneği konusunda da bize kısa bilgiler vermişlerdi. Sonraları bunu Suriyeden ”Muhaberat”, Yunanistan istihbaratı EYP, CIA, Iraklılar, İtalyanlar, Almanlar vs ile nasıl ilişkiler yürüttüğü yazıldı-çizildi… Zaten Apo’nun Türkiyeye getirilişinde de gördüğümüz, bir protokol, bir anlaşma ile CIA tarafından Türkiye’ye teslim edildiği şimdilerde daha açık ifade ediliyor. Protokolün en önemli maddesi Apo’nun İDAM EDİLMEMESİ konusunda verilen garanti idi. “Apo”nun ülkeye getirilmesinden bir süre sonra idam cezası kaldırılmıştı zaten. İktidarın ortağının 22 Ekim’de yaptığı önemli açıklamların hemen ikinci günü gündeme TUSAŞA silahlı – bombalı saldırı ve Feto’nun ölümü girince konu biraz dağıldı… Bunlara rağmen dünyada benzer olaylara, Apo’ya af konusuna ve ikinci AÇILIM konularına biraz değinmek istiyorum.

Thomas Hammarberg adında bir diplomat, birinci açılım öncesi AB Konseyi İnsan Hakları Komiseri olarak görev yapmıştır. Sanırım rapor tarihinden yaklaşık 9 ay sonra Syn. T. Hammarberg’in Türkiye raporu o dönemki hükümet tarafından neredeyse harfi harfine uygulanmaya çalışılmıştı; ancak “şark kurnazlığı” yine devreye girmiş, mevcut yöneticiler kendi iktidarlarını pekiştirmek yolunda atraksiyonlar yaparak konuyu sulandırmışlardı. Konuyu olması gereken TBMM yerine, parti ve legal kurumlar-yapılar yerine, şeffaflık dışı gizli görüşmelerle yürütmeye çalışmış, aynı zamanda AB raporu gereği yapması gereken görüşme anlaşmalar için, kendine göre “Benim Kürdüm”, “Benim Alevim”, “Benim Romanım”, hatta “Benim Çerkesim” gibi “kullanışlı” yapılar oluşturmuş, sonradan aynı lider ÇIKARLARI gereği masayı devirmişti. Bu seferinde de konunun şöyle geliştiği dillendiriliyor; birkaç ay önce Tayyip Bey ve Abdullah Gül görüşmüşler. Bu görüşmeden makul bir süre önce de Ingilizler Abdullah Bey ile görüşmüşler (Abdullah Gül’ün Ingilizler ile ilişkilerinin iyi olduğu bilinir…). Ve, Oslo görüşmelerinin ve anlaşmalarının organizatörü olarak konunun yarım kaldığı ve tamamlanması gerektiği yönünde TELKİNLER yapılmış. Bu telkinler çerçevesinde yol haritası belirlenerek ilgili plan uygulanmaya başlanmış; yani Kandil-Imralı görüşmeleri, artı taraflarla temaslar (DEM parti 24 Eylül 30 Eylül arası 103 adet kanun teklifi sunmuş. Hepsi “Umut Hakkı” konusunda) bir süredir planın parçası olarak yürüyor. Konu, iktidarın milliyetçi, eli kanlı siyasi ortağının liderinin çağrısı ile kamuya duyurulması sağlanmış… Yani proje ulusal değil… Taraflara ”kazan-kazan” ilkesi temelinde sürecin ilerletilmesine çalışılıyor. Bakalım nereye kadar? Böylesi siyasi gelişmeler sadece Türkiye’de olmuyor. Dünyanın farklı yerlerinde Türkiyeden daha karamsar tablolar yaşamış ve “düşmanlarıyla” görüşmeler, anlaşmalar yoluyla sorunu çözmüş veya olumlu anlamda yol almış örnekler var.


Yukarıdaki kısa bilgilere ilişkin, dünyadaki benzer örneklere bir göz atmakta yarar var düşüncesindeyim: 

  • Güney Afrika: 1948’de Beyazların oluşturduğu Irkçı Ulusal Parti iktidar oldu. Önceleri keyfi, sonraları yasaları da değiştirerek beyaz olmayan insanları ve siyah ırkı ikinci sınıf vatandaş olarak, sonraları cezalandırılanları özel gettolarda hiç hakları olmayan varlıklar olarak yönettiler. Nelson Mandela ırk ayrımcılığına (Apartheid) karşı örgütlü olarak ve hapisteyken de her türlü yolla mücadele etti. Irkçı yönetim N. Mandela’ya ömür boyu hapis cezası verdi. Irkçı yönetim baskılar ve süreci yönetememe sonucu Mandela’yı 27 yıl sonra hapisten çıkarmak zorunda kaldı (1990). Mandela 1994’de kendi partisiyle seçimleri kazandı ülkesinin ve vatandaşlarının kaderini değiştirdi. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Nelson_Mandela) – (http://tr.wikipedia.org/wiki/Apartheid)
  • Kolombiya: 1960’lı yıllarda Kolombiya Komünist Partisi’nin silahlı kanadı FARC-ER adıyla gerilla örgütü kuruldu. Yine köylü tabanlı ELN (Ulusal Kurtuluş Ordusu) adlı gerillalar silahlı mücadeleyi yürütenlerdendi. FARC Kolombiya devletine karşı 60 yıla yakın silahlı mücadele yürüttü. FARC ile Kolombiya devleti 1982-86 / 1990-1994 / 1998-2002 aralıklarında görüşmeler yürüttü. Her bir dönem zorlu süreçlerle geçti. Bu süreçlerde gerilla liderleri ve üst düzey yöneticiler öldürüldü. Yapılan anketlerde Kolombiya halkının %74’ünün barış görüşmelerini desteklediği ortaya çıktı. Küba’nın arabuluculuğu ile Eylül 2015’de Oslo’da başlayıp, Havana’da devam eden görüşmelerle Eylül 2016 da kalıcı anlaşma, FARC lideri Timoleon Jimenez (Rodrigo Londono) ve Kolombiya devlet başkanı Juan Manuel Santos tarafından imzalandı… Anlaşma öncesi resmi rakamlarla 220 bin kişi çatışmalarda hayatını kaybetmiş, 6 milyon kişi yer değiştirmiş…
  • Uruguay: Uruguay’da da benzer süreçler yaşanmış ve TUPAMAROS adlı gerilla örgütü parlamentoya girmiş ve adını Sol Parti olarak değiştirmişti…
  • El-Salvador: Tarihi boyu çatışmaların olduğu, çoğunlukla ABD destekli Cuntaların yönettiği ülkede Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesiyle (FMLN) ile, BM kontrolünde 1990’da başlayan barış görüşmeleri Ocak 1996’da Mexico City’de imzalanan Chapultepec Barış Antlaşması ile süreç tamamlanmıştır.
  • İspanya-ETA (Bask): İspanya’da Bask milliyetçiliği 1890’lara dayanır. ETA Franco diktatörlüğüne karşı 1959’da kuruldu. Bağımsızlık amacıyla mücadeleye başlayan ETA (Baskça= Euskadi Ta Askatasuna) süreç içinde “kültürel haklar” derken farklı amaçlarla silahlı mücadeleye yönelmiştir (1968). AB ve ABD’nin terör listesine de alınan örgüt zaman zaman yapılan ateşkes antlaşmalarından sonra 2011’de silah bırakma kararı aldı. 2017’de tamamen silahsızlandı.
  • İngiltere-IRA : Bu sorun çok eskilere dayanır, 1700’lere kadar gider. İrlanda’nın Büyük Britanya’dan ayrılmak istemesi nedeniyle 1920’lerde oluşan çelişkiler ve mezhep farklılıklarından ötürü 1969’da IRA kurulur. Zaman zaman silahlı mücadeleyi terk eder. 2002 de terör listesinden çıkarıldı. 2009’da R IRA olarak yeni bir örgüt oluşturuldu ve bu örgüt tekrar terör listesine alındı.
    İngiltere istihbarat örgütü aracılığı ile devletin yaptığı (Belfast anlaşması gibi) anlaşmalar kısmen uygulanıyor, kısmen tek yanlı davranılıyor. Örneğin IRA’nın siyasi kanadı Sinn Finn’in seçilen parlamenterleri meclise göndermediği gibi…

Bu örnekler uzatılabilir Filipinler’de, Sri Lanka’da benzer süreçler yaşandı… Burada belirtmek istediğim hem Türkiyenin kendi deneyimleri, hem dünyadaki örneklere baktığımızda gerekli derslerin çıkarılması halinde ÇÖZÜMün imkansız olmadığı görülebilir düşüncesindeyim. 

Elbette hükümetin ve liderlerinin “gelecek” kaygıları vardır. Anayasa değişikliği gibi önerilerle mavi boncuk ellerinde dolaşabilirler. Burada Türkiye halklarının ortak çıkarlarının bir parçası olduğumuzu demokrasiye, barışa ve pozitif ayrımcılığa en fazla ihtiyacı olan topluluk olarak bu tür gelişmelere bizlerin daha bir duyarlı olmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda ilgili gelişmelere bakış açımızın hangi zaviyeden olması gerektiği bence açık. Ancak kurumlarımızın sorumluluk sahibi insanlarımızın bu konuyu en azından toplumsal yararlarımız, toplumumuzun geleceği kaygıları öncelenerek yazmalılar, konuşmalılar, tartışmalılar düşüncesindeyim.
Barışın, hukuk ve adaletin hakim olduğu, demokrasinin kurumsallaştığı bir gelecek dileği ile…