Krasnaya Polyana diyorlar Ruslar. Kızıl Çayırlar anlamına geliyor. Adigeler, Kbaada diyoruz… Soçi sonranın işi. Şimdi olimpiyatların yapılacağı kent merkezinin adı oluyor Soçi, dünkü çocuk sayılır. 1900’lü yıllara girerken kurulduğunu biliyoruz. Olympios’ta, biz Kafkas Dağları deriz, keyif sürmekte olan baştanrı Zeus’a rağmen ateşi çalan Prometheus’un ki aslının bizim Nartlar ailesinden Sosruko olduğunu tartışmak yersiz olacaktır, ateşi çalıp, Kbaada Yaylası’nda güçlü atlar yetiştiricisi Şapsığlara teslim ettiği söylenir. Bilir misiniz, en kalabalık olanlardı Şapsığlar. Ve şimdi, “bir”e kadar kırılarak bitirilen bazı Çerkes boylarını saymazsak, en çok eksilenlerdir!

Bjeduğlar, K’emguylar, Abhazlar, Natuhaylar, Vıbıhlar, Abzeğler çok öldüler… Yenildiler.

Tarihin saati 21 Mayıs 1864’te durdu. Rus Çarının kardeşi Mihail Nikolayeviç, Kafkasya Orduları Başkomutanı olarak savaşın bittiğini ve bundan böyle bu toprakların Rusya’ya ait olduğunu ilan ediyordu Kızıl Çayırlar’da, kibirli ve mütehakkim. Kimi küçük gruplar dağlarda gerilla savaşını sürdürürken daha çok kadınların, çocukların ve yaşlıların yer aldığı kuşatılan büyük kütle dağlardan kıyı şeridine doğru sıkıştırıldı. İki seçenek vardı ya Kuban Nehri boyunca bataklık topraklar ya da Osmanlı… Göç ve sürgün başladı.

İtiş kakış bindirildikleri köhne teknelerde ezile, boğula eksilerek düştüler Karadeniz’in Osmanlı olan bu yakasına. Çok yazıldı, çizildi tekrar etmeyeceğim ama bir soru sormadan da edemeyeceğim. Bu insanlık suçunun sorumlusu sadece ve sadece Rusya mıydı? Peki, Karadeniz’in bu yakasında olan bitenlere ne demeliyiz? Epeyce önce yazdığım “Kafkasya Yazıları”nda bu soruya yanıt aramış ve kısaca “Yemine vuz” demiştim, hatırlayanlarınız olacaktır. 1800’lü yılların hemen başında Kaberdey coğrafyasını Ruslarla birlikte istila eden ve nüfusun yarısından çoğunu alıp götüren veba salgınına “baş edilmez, lanet hastalık” anlamına gelmek üzere “Yemine vuz” adını takmışlardı Çerkesler. Bu defa Osmanlı kıyılarına kan-revan içinde çıkan sürgün çocuklarından sağ kalanlarını karşılayan, vebadan da beter olan açlıktı. Alın size “Yemine vuz!”

Doğrudur, kimisi zorla bindirilmiştir paragöz gemicilerin köhnemiş teknelerine. Kayıtlarda var. Kimisi de Halife/Sultanın koruyuculuğuna güvenerek, “ezan” sesinin peşinden atmıştır kendisini Karadeniz’in Osmanlı yakasına. Kayıtlarda var. Hangi nedenle olursa olsun Osmanlı’nın limanlarına inenlerin yakasına yapışıp sürgün çocuklarını her gün kırkar ellişer yere çalan açlık olmuştur. Osmanlı yönetimi siz buna Halife/Sultan da diyebilirsiniz ister çaresizliğinden ister kayıtsızlıktan, beğendiğiniz sözcüğü seçin, ölümleri izlemiştir “Pay-i Taht”tan.

Uydurmuyorum. Çokça belge var Osmanlı’nın yalan dolanlarına dair. İki örnekle yetiniyorum, ilki “Osmanlı parmağına” dairdir ve şöyledir: “Osmanlı 1857’de tehcir kanunu çıkardı. Bu arada Rus Çarıyla gizlice ittifak etmiştir. Göçmenlerin mal, can ve hürriyetleri sair tüm hakları sultanın garantisi altında idi. Her türlü vergiden muaf olarak arazi verilmesi vaat edilmişti. Anadolu’ya yerleşenler 12 yıl vergiden muaf tutulmuştu. 1860 yılında iskân-ı Muhacirin Komisyonu kurulmuştu. Bunda ekonomik ve politik çıkarlar gözetilmişti. Bundan anlaşılıyor ki Çerkeslerin göçürtülmesini Osmanlı Devleti planlamış…” (Berzeç’te aktaran Jineps, Mart 2011)

İkincisi, açlıkla ölümlere dairdir. Kafdağı Dergisi, Çerkeslerin Kafkasya’dan Göçü başlıklı yazı dizisinde (1990, 1991 S.43-46) sürgün günlerinde Trabzon ve Samsun İngiliz Konsolosluklarının kendi hükümetleri için hazırlamış oldukları raporları yayımladı. Çok sayıda var sadece birinden kısa bir bölüm aktarıyorum: “Alınmış tüm önlemlerin yetersizliği nedeniyle kısa bir süre içinde hastalıklar ortaya çıktı. Trabzon limanına çıkmış olan 100 bin kadar kişiden 10 bin kadarını daha şubat ayında ölümcül hastalıklar alıp götürdü. Ve aralıksız gelen binlerce insanla bu kıyılarda kalabalık iyice arttı. (…) Trabzon’da her gün ölenlerin sayısı 400’den fazla idi. Samsun’da 500’den çok… İnsanlar uzun süre bitkiler, bitki kökleri ve ekmek kırıntılarıyla yetinmek zorunda kaldılar…”

Çok eksildiler.

Şimdi Olimpiyat Meşalesi 7 Şubat’ta Adige/Şapsığ Kbaada Yaylası’na dikilmiştir. Çerkesler, ateşi çalıp insanlığa armağan eden Nart Sosruko’nun çocuklarıdır. Olimpiyat Ateşi’nin halkların ortak sevincinin simgesi olduğunu bilirler. İstenilen, sadece bir özürdür. Bir de kadim yurtlarıyla olan tarihsel bağlarının kabulü ve bunun gereğinin yerine getirilmesi…

Ne diyordu Murathan Mungan “Yalnız Bir Opera”da:

“O boşluk doldu sanırsınız/Oysa o boşluğu dolduran eksilmemizdir…”

Mehmet Bozkurt

Kaynak: soL Haber Portalı http://haber.sol.org.tr