Abzah, Şapsığ, Bjedığu, Hatıkuay, Besleney, Kabartay..Hepsine Adige diyoruz. En kalabalığı da Kabartaylar oluyor. Bu bölümde izninizle Kabartaylar üstünde durmak istiyorum. Kabartayları diğer kabilelere göre öne çıkartan sadece “Anavatan” ya da diasporadaki nufuslarının diğerlerine göre görece fazlalığı, ya da çoğu Adige kabilesinin “ana”sı olması değil onların sosyal ve toplumsal yapılarının diğer kardeş kabilelerden farklı olduğuna yönelik, kuvvetli ve ikna edici kimi özelliklerle donanmış olmasıdır.
Önce şu tek tanrı ve bu tek tanrının da göksel, semavi demek istiyorum olduğuna yönelik inancı Kabartaylarda çok eskiye dayanır. Hıristiyanlığı Roma İmparatoru Jüstinyen döneminde kabüllendiklerini ve bunun 500’lü yıllar anlamına geldiğini daha önce yazdığımı hatırlıyorum. Tabi 18’inci yüzyılın ortalarında İslamiyetle tanıştıktan sonra İsa ve Muhammed’i karıştırıp hangisinin kendi peygamberleri olduğuna karar veremeyerek günümüze kadar fıkralarla taşınan yapmış oldukları şiddetli tartışmalar, müslümanlık ya da Hıristiyanlık bilinçleri hakkında bize bir fikir verse de, kabül edilmelidir ki, bu, onların tek tanrı inançlarının çok eskiye dayandığı gerçeğini zedelemekten uzaktır.
Bu böyledir ve benim bildiğim kadarıyla dünyada şartlı şurtlu ve “kırmızı çizgili” olarak masaya oturup İslama geçen dünyadaki tek halk Kabartaylar olmalı derim.
“Kırmızı çizgi” Kabartayların feodallerine aittir. Bu cümleyi kurduktan sonra Kabartaylarda sınıfsal konumlanışlardan söz etmek gerekiyor.
***
Şöyle: Diğer Adige kabilelerinde görülmeyen ölçüde son derece keskin ve belirgin bir sınıf ayrılığı var Kabartaylarda. Bunun nedeni sade ve basit. Kabartaylarda ana üretim aracı toprağa dayanırken diğer Adige kabileleri Abzah, Şapsığ vd.’de geçim, hayvancılık ve talan üstüne kurulu. Bunlarda işlenebilir toprağın az olması nedeniyle zenginlik sahip olunan hayvan sayısıyla ölçülüyor.
Temsil, Adige kabilelerinden nufus olarak Kabartaylardan sonra en kalabalık olarak bilinen Abzahlarda 19’unucu yüzyılın ortalarına kadar, bey, ağa, efendi, köle gibi toplumsal tabakalar oluşmamış Köy Meclislerince yönetilen demokratik bir yapı egemen olmuştur. Abzahlardan başlamışken biraz daha sürdürmemin ne sakıncası olabilir ki Abzahlarda da köle kullanımı olmakla beraber bunlar ya komşu kabilelerden talan yoluyla elde edilmiş kişiler ya da özellikle Kabartay bölgesinden feodallerin zulmünden, “buramıza geldi” diyip kaçan serf tabakasından fukara takımıydı. Kaçanlar, olanakları el veren bir aileye sığınmışsa çoban ya da hayvan bakıcısı olarak istihdam edilir, olanaklar el vermiyorsa talan “mallarının” arasında satılmak için bekleşen esirlerin arasına dahil edilirdi.
Şimdi Kabartaylara tekrar dönüyorum. Ayrıntılara boğmamak için de sadeleştirerek yazıyorum: İki ana sınıf görülüyor Kabartaylarda. Birincisi soylular ki beş ayrı derceye göre sıralanmışlardır. Sıralamanın en üstünde “Tiakuleş” denilen prens takımı bulunur. İkincisi, yani halk sınıfı ise dört ayrı derecede sıralanır, en alt seviyede “Vuneut” adı verilen ve ev hizmetlerinde kullanılan köleler bulunurdu.
***
Biliniyor, Rusya’da kölelik 1861 yılında kaldırılmıştır. Rusya’nın Kafkasya’yı işgalinden sonra (1864), 1866 ylında, yani Kabarday prenslerinin Ruslarla yaptıkları ve yenilgiye uğradıkları son savaş olan ve tarihe “Pşil’zave” ( köle savaşı) olarak geçen savaş sonrasında, Temmuz ayında Kabarday prensleri Rus çarının temsilcisi General Loris Melikov’la köle pazarlığına oturmuşlardır. Prensler köleleri azat etmeyi kabül ederlerken bazı ayrıcalıklar talep etmişerdir. Sınıfsal ayrımın keskinliğine örnek olsun diye çok sayıdaki taleplerden, sıkmamak için sadece iksini seçerek aktarmak istiyorum: Bir, “15–45 yaşları arasında sağlıklı kadın ya da erkek kölenin azat olma bedeli 200 rubledir. 45 yaşında büyük olanların, sağlıkları iyi olmayanların, vücutça sakatlığı bulunanların azat bedellerini ortak komisyon belirler. Diaspora Kabartay dostlarımın bana tepki göstereceklerini bilerek “iki” diyorum. İki 15 yaşından küçük kız erkek kölelerin azat bedeli, her yaş için 10 rubledir…
***
Şimdilik bu kadar yeter diyerek Kabartayların yukarıda sözünü ettiğim “kırmızıçizgi”lerine dönüyorum:
En özetiyle şu: “Tamam, Eşhedü en la ilahe illallah… Ama şeriat mahkemelerini biz sevmedik, halka dair olsun, soylulara şeriatın uygulanmasını kabül edemeyiz!”
Soyluların bu taleplerini son derece sevimli ve meşru bulduğumu söylerken, beni şaşırtan, Osmanlının gönderdiği imam ve kadıların bu talebi İstanbul’a iletmeleri ve Şeyhülislamın da bu talebi kabül etmiş olmasıdır.
Sabrınıza sığınarak devam ediyorum:
Soyluların kendi aralarındaki sorunları eskiden olduğu gibi yine kendi aralarında oluşturdukları “Asiller Kurulu” , “xabze”(Glenekler) göre çözüme bağlanırken halk tabakasının üyeleri arasında çıkan sorunların çözümüne şerat yasaları el atmıştır. Özetçesi İslam şeriatı fukara kesimde kendisine yer açmış, soylulara ilişememiştir! Burada küçük bir parentez açmak durumundayım.
Açıyorum: 1824 yılıdan 1859 yılına kadar aralıksız olarak 35 yıl süren Rus- Dağıstan / Çeçenistan savaşlarında ortaya çıkan Müridizm, bir inanç ve yaşam felsefesi olarak Nakşi Şeyhi Şamil’le anılsa da tarikatın ortaya çıkışı biraz daha eskiye, 1790’lı yılların başına İmam Mansur’a kadar dayanır. Dağıstan ve Çeçenistan’da İmamlar Dönemi olarak anılan bu dönemde tarikat, İslamın bilinen yaylımacı karekteriyle Adigelerin yoğunlaştığı bölgelere el atmışsa da buralarda kendine yeterince taraftar bulamamaıştır. Bunun önde gelen nedenlerinden biri olarak Adige aristokratlarının “xabze” lerinin, şeriat yasalarının çok katı olarak uygulandığı Müridizmle bağdaşmasının olanaksızlığı gösterilir ki, doğruluğuna katılmak gerekir. Parentezi kapatmadan şunu da ilave etmem abartılı bulunmamalı tarikatın katı şeriat kuralları başlarda Şeyh Şamil’in yanında yer alarak savaşan Çeçenleri bile zaman içerisinde bezdirmiş ve büyük bir bölümünü Şamil’den uzaklaştırmıştır. Parentezi kapatıyorum.
Şimdi Kabartaylara dönebilirim.
1864’te Kafkasya’nın Rus işgalinin gerçekleşmesinden sonra serflik ve kölelik Kabartay aristokratlarının Çarla yapmış oldukları anlaşma gereği 1867’ye kadar sürmüş, Kabartayların Osmanlıya “göç”ü bu tarihten sonra ağırlıklı olarak kara yoluyla ve kazasıs belasız gerçekleşmiştir. Şimdi bu son yazdıklarıma itiraz edileceğini biliyorum. Onun için de özellikle altını çizerek bir kez daha belirtiyorum Adigeler demiyorum, Adigelerin Kabartay olan kesiminden söz ediyorum. Bunun için belge araştırmaya falan gerek yok. Uzunyayla’ya bakmanız yeterlidir. “soylu” olmayan ve soyuyla sopuyla övünmeyen bir tek aile gösteremezsiniz ki, sorsanız hepsi çil çil altınlar, köleleri, silahları ve atlarıyla Osmanlıya gelmişlerdir. Altını bir kez daha çiziyorum ve aristokratlar diyorum yani bey takımı.. Soruyu da onlara yöneltiyorum: Bu sürgün mü yoksa göç mü?
(Devam edecek)
Mehmet Bozkurt
Kaynak: soL Haber Portalı http://haber.sol.org.tr